Başucumdaki saat ‘yine’ bana uyanmam gerektiğini haber vermek için yırtınıyor. Uykumun en tatlı yerinde, başkalarını zengin ve mutlu edebilmek için yatağımdan kalkıyorum. Bir garip hissediyorum kendimi… İstanbul’un bütün bilinmezliği sokaklara çökmüş. İnsanların bir yerlere yetişmek için birbirlerini görmezden geldiği bir şehirde yaşıyorum işte, neden kabullenemiyorum ki bu durumu! Şu her gün uykumun en tatlı yerinde bırakmak zorunda olduğum yatağımda ansızın ölüversem, karşı komşum kokuyu kaç günde alır, alsa bile kaç gün sonra site yönetimine haber verir acaba… Kredisini hala ödediğim arabama otoparktaki ayrılan yer, kaç gün boş kalsa yokluğumu, pardon ‘arabamın’ yokluğunu fark ederler… Trafikte yanımda duran şu siyah arabanın şoförü, ancak ben ona çarpınca mı varlığımdan haberdar olur sizce… Gerçekte hepimiz aynı mekânları, aynı havayı paylaşıyoruz, neden birbirimizden haberdar değiliz. Bu şehirde insanların sizi bilebilmesi için illa ana haber bülteninin 25 dakikasında gösterilen bir haberde trajedik bir şekilde ölmek gerekiyor sanırsam…
İşte yine bir İstanbul günü başlıyor. Güneşi içinde barındırmak istemediğinden ötürü ışığı dışarı yansıtan ve çoğu insanın uzaktan baktığında gözünü kamaştıran sahte bir dünyanın yüksek tavanlı girişinden içeri giriyorum, cam kavanozların ihtişamlı karşılayışı, vay be! Kuzular yanımdan geçerken günaydın efendim diyerek, özgüvenle dolu çantalarıyla asansöre doğru ilerliyorlar. Bugün çok yavaş hareket ettiğimin farkındayım ve bunu bilinçli olarak yapıyorum.
Sizi hızla yukarı fırlatan ve bunu yaparken hissettirmeden size pandik atan asansörün düğmesine basıyorum, sanırım bunun sebebi bizim de onun tuşlarına umarsızca pandik atmamızdan kaynaklanıyor. Diğer katlara yolculuk eden çok önemli olduklarını düşünen insan silsilesine bütün içtenliğimle ‘iyi günler’ dileyerek asansörden iniyorum. Oysa iyi bir gün geçirmeleri umurumda değil… Yavaşça ofisime doğru ilerliyorum. Benim geldiğimi gören asistanım, hemen masasından doğruluyor ve günaydın efendim diyor. İçinden bana küfrettiğini biliyorum, ben de onun yerinde olsam bana küfrederim zaten…
Tam biraz kendime gelmek üzereyken asistanım birazdan bilgisayarların bakımı için teknik servisten geleceklerini söylüyor. İşlerimi gözden geçiriyorum, gereken evrakları yanıma alıyor ve şirketin en gereksiz, en saçma toplantılarından birine katılmak için ofisimi terk ediyorum. Toplantının amacı personel düşüşünü sağlayarak en yüksek verimi almak… Yani bu şirkette birileri işsiz kalacak, işsiz kalanın işini de sırf işsiz kalmamak için bir başka kişi yapacak! HR/İK titri her ne ise olan müdürümüz, başlıyor yaptığı analizleri anlatmaya, biz de dinliyoruz. Sanki saydığı kişileri birebir tanıyormuşuz gibi yorumlar yapıyoruz. Bir ara İK müdürümüz şöyle bir cümle kuruyor; Arda Bey’in yedeği Mustafa Bey bilmem ne şubemizde şu görevle çalışıyor. Yedek mi? Nasıl yani!
Bu cümleyi aklım almıyor, insanın yedeği olur mu?
Bu dünyada herkesin bir ikizi olduğu söylenir. Tanrı insanları çift yaratmış derler. Çocukken bunu duyduğumda şöyle düşünmüştüm; bu kadar insanı yaratmak kolay değil, Tanrı ne yaptıysa ikiyle çarpmış, işini kolaylaştırmış, helal olsun… Şimdi ise bir yedeğim olduğunu düşünüyorum. Tanrı bile işini garantiye alırken biz insanoğlu niye aynı yolu izlemeyelim, değil mi? Toplantı bitiyor, aklımın almadığı cümleyi aklımın herhangi bir lobunda yer bulmaya çalışırken ofisimde teknik servisi buluyorum. Teknik servis elemanlarından biri bilgisayarımdaki problemleri nasıl çözdüklerini anlatıyor. Diğeri de aynen şu cümleyi kuruyor; ‘Buyurun efendim, dosyalarınızı yedekledik. Bu da harici hard diskiniz. 500 GB’. Sekiz dakika içinde iki kere yedek kelimesi duymak beni sarsıyor. Teşekkür ederek teknik servisi ofisimden uzaklaştırıyorum.
Yedek… Hayatımızı ne kadar kolaylaştıran bir kelime… Erkek arkadaşından sıkıldın mı, yedeği var. Lastiğin mi patladı, hemen değiştir bagajda stepnen var. Eşin evde seni bekliyor, olsun senin bir de metresin var. Canın seks mi istedi, e kolayı var; vibratör. Yedek penis…
Negatif duygularla başladığım bir günü maalesef pozitife dönüştürecek düşünceleri bulamıyorum. Özel dosyalarım, evraklarım, maillerim, fotoğraflarım ufacık siyah bir kutucukta duruyor. Topu topu 84 GB… Yani ben sadece ve sadece 84 GB’tan ibaretim. O anda fikrimin ince yerinden şu düşünce baş gösteriyor, hayatımızı daha ne kadar zipleyeceğiz, sıkıştırılmış dakikalar arasındaki gezintimiz nerede son bulacak?
Nasıl bir dünya yarattık kendimize… Teknolojinin hâkimiyeti altında piksel piksel insanlar olduk. Kulağım kaşınıyor (Bu cümleyi bilinçli olarak yazdım, çünkü kulağım kaşınıyor). Eski sevgilimizi hayatımızdan mı çıkartıyoruz, hop çöp kutusuna sürükle ve bırak, bütün anılar gitti. Mailleri tek bir tuşla sil, cep telefonundan kartviziti yok et, sonra hayatına devam et… Bu kadar mı basitleştirdik kendimizi, bizi biz yapan duygular nerede? Onları nereye yedekledik ey insanoğlu…
Tüketimin dibine vurduk farkında değiliz. Hala daha iyi bir çamaşır makinesi, daha iyi bir mikrodalga fırın için canımız pahasına hayatlarımızı GB’lara dolduruyoruz.
Size söylüyorum, alın yiyeceğinizi-içeceğinizi, bırakın bilgisayarlarınızı, kapatın cep telefonlarınızı çıkın yeşil bir alan bulun. Bırakın güneş içinize işlesin, bırakın yeşil ruhunuzu sarsın, bırakın duygularınız filizlensin. Tekrar insan olduğunuzu, ne hissediyorsanız o kadar olduğunuzu hatırlayın. Ve bu anı yedekleyin, bir daha unutmamak için…
Sevgili topuklu çok güzel yazmışsın tebrikler
YanıtlaSilSevgili topuklu çok güzel yazmışsın tebrikler. Bu yazına tamamen katıldım.
YanıtlaSil